K'an Yanılsaması- Ekitap Nuray Yurt
Bilinc.tin.us E- Kozmos e- read Ebook Store

K’an Yanılsaması

… salınımda gün, gün içinde an hissinde zamansız dokunuşlar…

ve kitabımın bazı bölümleri ile seyir…

(…+seslendirme…)

K'an Yanılsaması

  •  Önsöz

    Yaşam ve Varoluş’u, Düş’ünmek Yetisi ve Hissedebilmenin Eşsiz Büyüsü ile Salınmak

    Yaşamın sıradanlığında varoluşun çizgilerini görmekten kaçınır ve kaçındıkça özünden uzaklaşır ve düşünmenin, hissedebilmenin, sevginin hakiki dokunuşlarını da görmeyi isterken görmemeye tutulur. Olağanı olağanüstü imgesi altında sıkıştırırken, hakikati imkansızlaştırarak ulaşılmaz olma itkisi altında yaşamı sevginin yitikliğinde aslında kendinden varoluşundan kaçma güdüsüyle ve hiç farkında olmaksızın hayal ettiğini dahi bilmeden yaşayıp gider ve hayal ile hakikatin kesişmesinde kendi masalını düş’ seyrinde seyreder ya da başkasının masallarına kapılır, sürüklenir gider.        

    K’an Yanılsaması

       

    Boş bir alan, alanda insan…

     

    Çemberinde salınan bir düş yansıması tabiatın orta yerinde…

    Ne düşünmekte ya da ne hissetmekte?..

    Hiçliğin uzuvlarında kıvranan düşünceleriyle…

    ‘’iyi misin?’’

    İçten, usulca sorulan “iyi misin?” sorusunun tüm anlamsızlığı, ahizenin diğer tarafında yankılandı. Adam, kulaklarından tüm hücrelerine dağılan ve bütün bedenini saran sesin, uzuvlarında yarattığı sarhoşluğun etkisiyle sarsıldı. Sustu. Durdu. Sesin tüm benliğini ele geçirmesine izin verdi. Buruk gülümsemesi, o anı doyasıya yaşamak istediğini yansıtıyordu. Zaman durabilir miydi? Onun gözünde çoktan durmuştu. Zaten zaman ne idi? İnsanoğlunun oluşturduğu sayısal verilerden başka… Bir kalıba sığdırılır gibi akreple yelkovana yüklenen anlamlar, görkemli kozmosun yansımasında hangi paydaya denk geliyordu? Tüm gücün elinde olduğunu düşünen insan evladı, durdursa yerküreyi, yaşanmasa bugünün uzuvlarında var olan yarın… yapabilirler mi? Asla, onlar bir tek, var olanı çıkarları uğruna kullanmakta ve kendilerine hizmet etmeyen her anlamı, kavramlara ve kalıplara sığdırarak yok edebilmenin derdinde bulanık bir girdabın kıvrımında gitmekteler. Zihninde dört nala koşan ve kozmosla dönüp duran adam, görünürde oldukça sakindi, ‘’Çok iyiyim, yaşamak, o da güzel…’’ sözleri döküldü dudaklarından ancak yeterli değildi, boğazında biriken yankı dağılmalıydı, kahkaha attı. Ardı sıra düğümlenen sesi daha da kısıldı, ‘’Oğlumuz nasıl?” derken nefesi iyiden iyiye kesilmişti duraksadı “Sizden vazgeçmeyeceğimi biliyorsun, değil mi? ‘’ sözcükleri döküldü dudaklarından ve içinde salınan hisler çarpışmasında, kelimelerini tamamlayamadan, araya karışan cızırtı sesleriyle irkildi ve yeniden, tüm eksikliği ve yarım kalmışlığıyla, düşüncelerinin, sessizliğe gömüldüğünü hissetti. Zihnini delip geçercesine inleyen cızırtı seslerine rağmen, telefonun diğer ucundaki kadın susmaya niyetli değildi, “Biliyorum…” sözcüğünün yansımasında gülümseyen sesi içtendi ve hissettirdiği hisler, adamın ruhuna işlemişti. Telefon kablolarından dağılan ve ahizenin boşluklarından yükselen cızırtılı titreşimler hızla bastırmaya çalışıyor olsa da seslerini, kadın konuşmaya kararlıydı. “Sana birkaç parça eşya gönderdim, eski bir tanıdığın ahbabıyla. Adresini bulacağını söyledi, ben de kabul etmeyeceğini bildiğimden, sana sormak istemedim.’’ tek solukta konuşan kadın, nefes aldığında kelimelerin kalbinde bıraktığı etkinin burukluğunu hissetti, onun da aynı şekilde hissedeceğini düşündü, ne söyleyebilirdi bilemiyordu, soluk aldı ve ‘’Sakın vazgeçme…” kadının sayıkladığı vazgeçme kelimesine yüklenen anlam, sıradan anlamının ötesindeydi. Yaşamaktan vazgeçme ya da bizden veya umuttan? Hangisi karşılayabilirdi, o anın içinde salınan hisleri, ikisi de bilmiyordu. Öylece, apansız akıp savrulan ışıltı yağmurunda, zihinlerinde koşuşturan düşünceleri ve kalp ritimleri, inceden inceye çiseleyen su parçacıklarını hissetmenin derdindeydi. Hışırtı sesleri kaybolmuştu ki kadının pışpışladığı anlaşılan bebeğin ağlama sesi, adamın kulaklarında yankı uyandırdığında telefon kapanıverdi. Dıt… dıt… dıt… titreşimleri kablolardan dalga dalga yayılıyordu ve yansımasındaki ritimleri, adamın kulağında çınlama etkisi yaratıyor, yüreğinde tarifsiz hisler uyandırıyordu. Adamın zihninde anlamlar bulan ve anlamını aşıp ötesine süzülen ses, ilmek ilmek atmosfere dağılıyordu. Peki milyarlarca mil uzağa ya da hemen anın uzuvlarında sayıklayan anlam, hangi ritim olup da şu anın içinde dans ediyordu? Adam, zihnine yansıyan ve yansıtılan hesaplamaları yapmıyordu. Lakin zihni, ışığın uzuvlarında, ondan bağımsız anlamlar diyarında bambaşka anlamlarla dans ediyor, hesaplamaları yapıyor ve adama, bir tek yansımaların düşünde hissetmek kalıyordu ve kafasından kovaladığı düşlerin ayrımında, içine işleyen bebeğin ağlama sesinden olabildiğince kaçıyordu ve telefonun kapandığını biliyordu bilmesine elbette, lakin konuşmasına engel değildi.

    ‘’Bulacağını biliyorum. Damgalı bir ürünün, makinada taratıldığında bulunduğu gibi...’’ iç geçirdi. Hiçbir söz ya da his tamamlamıyor ve bulamıyordu şu an hissettiği eksikliği… Bilmediği bir yerden esen yelin dokunuşlarını omuzunda hissettiğinde yerinden kalktı. Uzuvlarında yoğunlaşan duygular, ona yaşadığı en karanlık günü hatırlatmaya çalışırken, o esaretine kapılmamak üzere, ısrarla ve inatla, yaşama direnme sebebini hiç bilmediği gibi direndi ve zihninde akıp savrulan düşüncelerin ritimlerinin yansımalarından habersiz, bakışları, tren garının oradan geçerken, her iki yöndeki raylara ve gidip gelen trenlere dalıp gitti. Dumanı tüten trenin uğultusundan öte, beyni uğulduyor, karşı koyamayacağı süratle ilerleyen tren raylarına takılıyordu düşleri ve zihninde sayıklayan her düşüncenin ritmi, raylara ve kozmosa keskin nakış gibi işleniyordu. Karanlığın ortasında, başı ve sonu belli olmayan sonsuzluğa uzanan ve dokunan enstrümanın tellerini andırıyordu tren rayları, rayların üzerinde ilerliyordu tren ve ilerledikçe, onunla yol alan, raylara dokunuşlar bırakan her yüreğin her ruhun düşünceleri de onunla bambaşka içsel dürtüyü doğuruyor, her biri birbirine karışıyor ve iç içe geçen dalga ritimleri kozmosla dalga dalga bütünleşiyordu. Her parçacığın uzuvlarında alev alan düşünceleri ve hisleri, hüznün kıvrımlarında süzülüyor, duman olup tütüyor ve sonsuz mavilikteki gökyüzüne dokunuyordu. Evreni oluşturan, ışık parçalarının parçacıklara ayrılması, yaşam bulması ve yeniden bütünsel güzelliğe ulaşmak adına yol alması gibiydi. Ve tüm bu yol ayrımlarında ve kıvrımlarında, an yansımaları, her bir ritmin ulaştığı ve bütünleştiği noktada, bütünden dağılan kozmosun ritimleriydi. Ve zaman, hangi andan kopup geldiği bilinmeyen parçalara ayrılan parçacıkların, değdiği anlara ritim dokunuşlarıydı. Ve tam da bu yüzden, her nefes aynı anın uzuvlarında dans ediyor gibi görünse de her yaşama dokunan ritim ve anlamı farklı farklıydı. Yaşam aynasında, parçacıkların yaşam bulduğu ruhlar ve ruhları yansıtan bedenleri, her biri bütünün parçası olsa da her parçanın bir diğerinden özü itibariyle başka olması, başka anlamlarla vuku bulması bundandı. Oysa parçacıkların her biri, tüm an kıvrımlarında yanılsamalar arasında, kendini bulmak ve özüne ulaşmak için salınsa da kozmosun ışıltısında buluşan düşleri, düşünceleri ve hisleri, sonsuzluğun an salıncağında, ışıltı olup kendini bulabilmenin hissine düşmeliydi. Yol almak ve düşmek, işte birini diğerinden ayıran o büyülü dokunuşu sayıklayan anlamdı.

     

    Seslendirme -2

    An’ Yanılsaması ve Anlar…

    Ve zamanın zamansız an dansında akıp savrulan, öncesinden ya da sonrasından yansıyan titreşimlerin anın ritimleriyle buluştuğu bir an da… kafasını, trenin penceresine yaslayan genç kadın, birdenbire zihninde beliren bulanık düşlerin tesiriyle irkildi, telaşla başını camdan çekti. Zihninde uğuldayan allak bullak düşüncelerin şaşkınlığı içindeydi. Gördüğü ve anımsadığı seslerin etkisinde kendine soruyordu, tanıdık fakat henüz hatırlayamadığı bir düşün uzuvlarında dans mı ediyordu?.. Bilmiyordu. Tren hızla karanlık bulutların arasından geçerken nefesini tuttu, yüreğinde yeşeren umuda ufacık toz zerresi değse, zihninin ve kalbinin tüm kıvrımları karanlığa bürünecek gibi hissediyordu. Karanlığın arasından sıyrılan trenle beraber soluk aldı. Tren, uzuvlarında sayıklayan binlerce insanın düşleriyle bütünleşiyor, onların hüzünlerini ve mutluluk fısıltılarını hissediyor ve her birini raylara, raylar atmosfere işliyordu ve içsel senfoniye dönüşen uğultu sesleri arasında, tren ilerlediği yoldan hiç şaşmıyordu. Kadın, düş sancısından kurtulamadığını duyumsuyor, elinde olmadan hissettiği düşe doğru çekiliyordu.

    Hissettiği yansımaları, kendine ifade edebilecek söz bulamasa da anlam veremediği şekilde, ruhunda beliren belirsiz düşüncelerin tesiri altında olduğunu biliyordu, istemsizce daldığı düşlere doğru çekildiğini, kendi kendine sayıklarken, düşüncelerinde uzuv bulduğu o anların seyrinde, sayısız güzelliği hissettiğini ve milyonlarca soru ve soruların yanıtıyla karşılaştığını ve her cevabın hücrelerinde yeni soruları doğurduğunu ve düşüncelerin ışığında, soruların ve yanıtların, içinde, daimî bir bilinmezliği haykırdığını duyumsuyordu. Evrenin karmaşık ve muazzam dengesinde, kaosun ortasında nefes alan, bütünün sonsuz rötuşları olduğunu hisseden her insan evladı gibi sayıklamaya devam eden kadın, her düş sancısına düşünceleriyle dokunmanın ve onlarla sonsuzluğa ve ötesine uçuyor olmanın güzelliğini hissettiğini düşünüyordu, ancak ardı sıra hiç durmadan sayıklayan anlamlara engel olamıyordu. İnsan, kozmosun uzuvlarında iç içe akan ve birbirine karışan ritimleriyle dört bir tarafa savrulan, paradoksal bir eylemdi. Aksi halde varoluşun kıvrımlarında, karmaşık ya da absürt sorular ve yanıtlarıyla uğraşmaz ve kaybolmazdı insan evladı, iç çekti.

    Düşler, trajedi hissinde komedya yansımalarıyla yaşamlara dokunuyordu ve insanoğlu, ilmek ilmek işlenmiş kozmosun denge yasasında düzensizliğiyle hüküm sürüyordu. Her canlı, yaşamı denge örgüsünde diliyordu. Denizin ya da ormanın kıvrımlarında hiç görünmeyen dokunuşlarıyla süzülen ve yaşam bulan canlılarda, şaşalı yapay ışıkların sardığı şehirlerde anlamsız bir koşuşturma yarışında olanlarda. Hepsi biraz daha nefes alabilmek adına, içiyorlardı yaşamın şarabını. Peki, tek yudumluk nefes, hangi formülle ifade ediliyor ya da hangi ölçü biriminin karşılığına denk geliyordu?..

    İşte, yine hesaplayamadığı anın ritimlerinde ve yansımalarında, milyonlarca an daha yaşayabilmek adına, hangi hesaplara giriyor ve dış dünyanın hangi basit hesaplarında boğuluyordu insan?..

    Binbir tür hayvan ve insan… Yaşamı su gibi içiyor ve içmenin cezbedici sarhoşluğunda kayboluyordu.

    O denli sarhoş oluyordu ki bazen insan, yaşamın kıvrımlarında nefes alan her dokunuşa ve yaşama hükmetmek istiyordu.

    Ve güçlünün doğumu, nefes alma arzusu, ölüme baş kaldırıyor ve ölümsüzlüğü diliyordu.

    Ve güçlüden yana yaşama hakkını savunanların dilinde ‘’ya öldür ya da öl…’’ inlemeleri yayılıyordu yer gök kubbe de…

     Ve zayıf olan, güçlünün haklı kazancı görülüyordu.

    evrenin kaos boşluklarında oluşan, yaşamın, can çekiştiği yerkürede…

    varoluş dokunuşlarında uzuv bulan ‘yaşam’…

    Güce hükmetmeyi dileyen, hesaplamalarda boğulan insan evladı ile insanlık arasında yaşam mücadelesi veriyordu.

    Ve yaşamın kıvrımlarında,

    hayvanlar… Güç çekişmesinde en aşağı görülüyor ve türüne, şekline, işlevine göre türevlere bölünüyordu.

    ne farkı vardı, insanoğlunun insanlığa yaptığı, binbir türlü işkencelerden...

    Hepsi de başka formlarda, aynı eylemin hükmünü soluyordu bedenlerinde.

    Ruhunda ve düşüncelerinde ışığı, hep umudu ve farkındalığı hissedenler, değişimi doğurmak adına sancı çekiyordu her yol sapağında…

    İnsan evladı, her türlü canlıya…

    Elde edebileceği mahsul olarak bakıyor ve yerkürenin her karış toprağında, başka dil ve din ile nefes alan topluluklara, farklı zayıflıkları ile hükmediyorlardı.

    Coğrafyanın her karışı, dilin, dinin, ırkın rengine boyun eğmiş köle izlerini taşıyor ve

    Sınırlar, dilin ötesinde…

    Zincirlere boyun eğen halk, kendi içinde kendi renginin savaşındaydı.

    Bilmeden ne uğruna savaştığını, benliğini aradığını düşünüyor

    Ve yerkürenin toprakları, suyu ve karasıyla, milyonlarca hükmü, dile getirirken gücün hükmünde…

    Canlılar, yaşamı bildiği gibi içiyordu.

    Nedenlere sığınanlar, sorgulayanlar… 

    Ve buldukları yanıtları içmenin hazzı, yeni sorularla kursağında kalanlar,

    Sebeplerin anlamı ve cevabı olduğunu hissediyor ve düşlüyorlardı.

    Peki hangi toprak parçası hangi dile sığınarak, üzerine ilk defa ayak basıldığını sayıklıyor ve her defasında birileri, kıvrımlarında, hücrelerinde nefes alanları, hangi sıfatlarla işliyor ve kategorilere bölüyor ve yaşam aynasına nasıl sunuyordu?..

    Düşlerinden sıyrılan genç kadının gözüne, karşı koltuğun köşesine tıkıştırılmış broşür takıldı. Broşür kırış kırıştı, kahverengiye dönen kâğıdın belirli bölümleri parçalanmıştı. Yazılanları seçebildiği kadarıyla okumaya başladı. ‘’Kırmızının binbir tonuyla süslenmiş yer… İçtiğin su, ciğerlerine çektiğin oksijen, göz kamaştıran engin gökyüzü… Baktığın, gördüğün, hissettiğin ne varsa, hepsinin renk almış hali kan! Sevginin, aşkın tutkunun mirası kan… Şimdi adım attığın topraklar hakkında bilmen gereken, hiç bitmeyecek yolun sonu, başı… masum kırmızının kara lekesi…’’Kadın, elindeki broşürü yavaşça koltuğa bıraktı. Bakışları, trenin camından içeri yansıyan ağaçlara dalıp gitti. Ağaçların dalları ve yaprakları, rüzgârın etkisiyle savruluyor ve hızla giden trenin ardı sıra kayıp gidiyordu kadının gözlerinin önünden. Ve titreyen yapraklar, ağacın yansımasında kayıp giderken, doğanın capcanlı renkleri ve yeşil tonlarıyla iç içe geçen masmavi gökyüzü ve denizin dalgalarıyla salınan bembeyaz bulutlar, tutuşan günbatımı kızıllığına karışırken, aldığı yolun iç içe geçişlerinde gökte ya da yerde salınan tellerin ve dalgaların ve renklerin yansımalarına bakakalan kadın, kalbini sıkıştıran buruk sancının etkisindeydi. Nereden gelip de apansız içine akıp hücrelerine karışmıştı, bilmiyordu. Hisler uzuvlarında ölesiye koşturuyor, o hissetmekle yetiniyordu. Tarifi yoktu. Usulca, okuduğu metnin son satırında yazılı olan, ‘’masum kırmızının kara lekesi…’’ sözcüklerini tekrarladı. Tonladığı kelimelerin yansıması trenin uğuldayan sesinde yankı oluşturuyor, hissettiği dokunuşlar, belirsizliğin yankısıyla karışıyor ve uzuvlarında heyecanla salınan kıpırtılar, ona rahat vermiyordu. Büyülü hislerin diyarından gelen renkleri ve kırmızı rengini düşünürken, göğe düşen gölgelerle maviliğin gölgelendiği o anlarda, göz kapakları ağırlaşmaya başladı. Trenin uğuldayan sesine karışan geminin uğultusuyla ahenkle dalgalanan ritimleri dokunuşlar bırakıyor, ardı sıra savrulan renklerin titreşimlerinde salınıyordu uçuşan yıldızımsı gök cismi, hayalinin titreşimleri anın uzuvlarına karışıyordu ki uzuvlarında hissettiği ninni etkisine daha fazla karşı koyamadı. Maviliğin eşsiz güzelliğiyle renklendirilen ufku sonsuz bir yerde boşluğun tam ortasında duruyordu. Gözlerinde hangi yöne gideceğini bilmeyen birinin bakışları vardı, istese de kıpırdayamıyordu. Birdenbire karşıdan ona doğru yaklaşan gölge yansımaları belirdi. Gölge yaklaştıkça, mavilik yok oluyor yerini tan kızıllığına bırakıyordu. Yavaşça yaklaşan gölge, kızıllaşan yer gök… O, gölgenin ne olduğunu anlamaya çalışırken, yükselen çığlık sesleriyle şaşkına döndü. Ne söylendiğini anlamıyordu. Gölge aniden durdu ve her yere kan fışkırmaya başladı. Bağırmak istiyor, sesi çıkmıyor, etrafına bakınan bakışları birini aradığını hissettiriyordu.

    Hemen yanında oturan yaşlı kadının ona, “İyi misin kızım?’’ demesiyle irkilen ve kendine gelen genç kadın, bir kabustan uyandığını anladı. Tebessümle ‘’Teşekkür ederim, iyiyim’’ dese de kalbine tarif edemediği huzursuzluk konuvermişti. Uyandırmaktan çekinircesine, yanında oturan adama sıcacık baktı. Ve zihnindeki belirsizliğin etkisinde ve hislerin salındığı uzuvlarında farkında olmadığı milyonlarca hisle, hızla giden trenin penceresinden dışarıyı seyre daldı.

    Bir sen Ayna’daki Yüzüm, bir sen Ruhumun kalp atışları…

    Zihnimin kıvrımları…

    Gerisi parçalanmış bir düş ve yankısı,

    gerisi duyumsadığım ses ve sesin uzuv bulduğu bir alem…

    öyle bir alem ki hakikat ile düş, iç içe oluk oluk akıyor bambaşka bir Diyar’da

     ve

     

    senden başka, tüm dokunuşlar ses bana…

    benden sana, senden bana yansıyan yankı…

    bir yanılsama, yansıtan ruhumun uzuvlarında ve hissedilen, yansıyan…

    koşuyor ruhum, kapıldığı çekimine karışmak ve ruhuna akmak için…

    tanıdık, sıcacık dokunuş… iklimlerini biliyor, hissediyor…

    ve sarılmak, karışmak istiyor, sonsuz sarmalına…

    hadi dokun düşlerime ve yeşert ruhumu sonsuzluğun ötesinden dön bak bana…

     

    Ses… Sessizliğin “sesi” …

    Senden başka her dokunuş…

    Ses, ey sessizliğin güneşi ve Ay’ı…

    Senden başka tüm dokunuşlar,

    Ses yankısı…

    Dokunuşları titreşimlerin,

    Sıcak, soğuk… kimi an fısıltı…

     Duyumsadığım ses, içimde akan coşan ırmaklar, nehirler…

    Suyu delercesine akıp oyuklar bırakan şelaleler…

    Uçurumu kasıp kavuran yankı…

    Ormanın kıvrımlarından süzülen, güzelliğini dört tarafa şakıyan kuşlar…

    Renk renk açan çiçekler,

    Yeşilliğin uzuvlarında güneşi sayıklayan gün…

    Günden çekilen Güneş çekip giderken, ardı sıra bakakalan Ay

    Karanlıkları delercesine ve yeryüzüne meydan okurcasına yanıp sönen yıldızlar…

    Adım attığım sokaktaki köşe başında yanan lamba,

    Trafik ışıklarında beklemeler ve zamansız bir bölünme…

    İklimler, mevsimler… günlerden herhangi bir gün ya da yankısı sesin…

    İçimde haykırışlar…

    Sıcak, sıcacık gülümseyişe adanan yaşam…

    Sabah iş saatleri ya da öğlen kahve molası…

    Oturduğum masa, masada apansız rüzgâr…

    Rüzgârın salındığı yapraklar, yaprağın salınımlar yarattığı atmosfer ve atmosferin orta yerinde göğe uzanan ağaç…

    Ses, ışıltılı dokunuşlarında… sesin yansımasında…

    Ya da arkadaş selamı veyahut

    Hissetmekten yoksun bir insan siluetinde

    Bütünden ve kötülüğün en ücra köşesinden salınan acımasızlık

    Ses, sesin yankısında bir his…

    Hiçliğin orta yerinde aldatmacalarla dolu dünya,

    Dünyanın içinde hiçlik hiçliğin içinde “düş”

    Düşlerin kıvrımlarında süzülen ruhum, ruhumda salınan büyülü gülümseme…

    Kayıp, asırlar boyu bulamamanın hasretinde yanan ruhum…

    Yangın yeri ve sönen ateş, bir kıvılcıma dönüşür,

    Karşılaştığı an,

    gülümsemelerin en büyülüsü, ruhunun büyülü ışığıyla…

    İşte o an, diz çöker zaman

    ve zaman mekân hiç… hiçliğin kıvrımları sonsuz bir an

    ve anda salınan kozmos… 

    Ve senle ben…

    İç içe akıp karışan kozmosun sonsuz ritimleri…

     

    Şehre Yabancı bir Adım, Oysa Asırlık Dokunuş, Navi…

    Navi, ayağını yere basar basmaz arkadaşı aradı. Acil işi çıktığından dolayı tren garına gelemeyecekti, işini bitirir bitirmez otelde onu ziyaret edecekti. Arkadaşı, Navi’nin bunu sorun etmeyeceğini, düşünüyordu ‘’İlk izlenimler özellikle yalnız fark edilir’’ dediğini duyar gibi oldu, gülümsedi. Navi o anlarda, zamanı yakalamaya çalışanların her yerde olduğu gibi aynı telaşla koşuşturduklarını düşünüyor, can havliyle oradan oraya yetişmeye çalışanları izlerken, ruhuna iyi gelmeyen, eksik dokunuşları düşünmeden edemiyordu. Zihninde bulanık dokunuşlar yaratan, içini rahatsız eden hissin ne olduğunu kavrayamadan, bilinmezliğin yarattığı huzursuzlukla taksiye bindi. Taksiciye kalacağı otelin adını paylaştı. Taksici soluk almadan konuşuyor, onu da konuşturmaya çalışıyordu. Navi, gözlerini camdan ayırmadan etrafı seyrediyor ve yüreğinde heyecanla uçuşan hislerin uyanmasına sebepler arıyordu. Nihayet kalacağı otele gelmişlerdi. Görevli, valizini kapıdan geçirmesine yardım etmek istemişti ki Navi gülümseyerek teşekkür etti ve kafasını çevirdiği an, onu izleyen gözlerle buluştu gözleri, bakışları çekim etkisine kapılmıştı ve öylece bakakaldı. Navi’nin şaşkın bakışlarına karşılık, adam Navi’ye doğru yürümeye başladı. Navi olduğu yere mıhlanmıştı ve adamı heyecanlı bakışlarla bekliyordu. Adam saniyeler içinde yanındaydı.

  • 14 December 2024
  • 200 pages

Bunlar da hoşunuza gidebilir...