Toplum Felsefesi: Toplumun bilimsel yöntemler ve araştırmalarla değil, salt soyut ve varsayımsal özelliklerine göre sadece akıl yoluyla açıklanmasını öngören felsefedir.
Toplum Nedir?
İnsanların tarihten bugüne kadar, geniş bir zaman diliminde toplum halinde ve farklı toplum biçimleri içinde yaşadıkları belirtilir. Fakat birçok sosyal bilimci ve sosyolog, bu verileri ifade ederken, bakış açılarına bağlı şekilde toplum kavramına değişen boyutta anlamlar yüklemektedirler.
- Bu sebeple -toplum- olgusunu anlayabilmek adına, farklı yaklaşımlarda toplumun nasıl ele alındığını görmek, incelemek önem taşır. Tarihsel perspektifle önce felsefi yaklaşımları incelemekte fayda vardır.
Toplum Felsefeleri
İnsanlar milattan önce ya da sonra, yaşamda yer aldıkları andan itibaren, yaşadıkları toplumları anlamaya ve tanımlamaya çalışmışlardır, diyebiliriz.
- Antik Çağ’da Platon (M.Ö. 427- M.Ö 347) ve Aristoteles (M.Ö. 384- M.Ö. 322), özellikle Devlet ile Politika adlı kitaplarında, toplum tanımı yapmaya çalışmışlardır.
- Bu tanımlar günümüzdeki, sosyologları-sosyal bilimcileri farklı şekillerde etkilemiştir.
- Her ikisi de toplumu, bütüncü-holistik bir temelde, parçaların bütüne zorunlu olarak bağlı oldukları bir -organizma- biçiminde tanımlamışlardır.
Platon, parçaları bütüne tabi olmaları çerçevesinde tanımlayarak özellikle toplumsal düzenin birliğini vurgulamıştır.
Aristoteles toplumu, ayrı unsurların hem bütüne katkıda bulundukları hem de ondan bağımsız kaldıkları, farklılaşmış bir yapı şekilde kavramıştır.
- Böylelikle toplumsal yapının, işlevler ve toplumsal zenginlik temelinde, ayrışmış toplumsal gruplardan yani; üreticiler, savaşçılar, tüccarlar, zenginler, yoksullar, orta sınıftan vb. oluştuğunu kabul eder.
Platon, toplumu iş bölümü ve toplumsal eşitsizlik etrafında yapılanmış -birleşik- bir sistem olarak ele almıştır.
- Toplumun sağlığının, yani toplumsal düzenin, bütünün çıkarlarının tek tek parçaların çıkarları karşısında önceliğe sahip olduğu -akılcı yasaların- ürünü olarak görür.
Aristoteles;
- Karmaşık, farklılaşmış bir yapı olan toplumsal bütünün, yani toplumun bireylerden değil gruplardan oluştuğuna inanmaktadır.
- Toplumun kökeninde, insan doğasının yattığını düşünür. Bu sebeple de insanlığın doğası gereği, toplumsal ve politik özellikler taşıdığını belirtmiştir.
- İnsanların topluluklar halinde, başkalarıyla beraber yaşamalarının da bu sebepten ötürü zorunlu bir nevi insanın bu duruma mahkûm olduğunu öne sürer.
- Toplumsal kurumların ise; bireyleri, gruplar ve birlikler oluşturmaya yöneltip, insanın asli doğasını geliştirmesini sağlayan, cinsel arzu gibi iç güdülerden türediğini düşünür.
- Bu düşüncesi neticesinde, toplumun, bu iç güdünün doruk noktasını oluşturan, toplumsal ilişkilerde, içkin bir sosyalliğin ifadesi olduğunu kabul eder.
Bütüncü-Holistik Yaklaşım nedir?
Her varlığın içinde bulunduğu ortamla ya da kendini oluşturan unsurlarla bütünlüğü içinde açıklanmasıdır. Bu yaklaşıma göre, bütünün hem kendisi hem unsurları diğer parçalarıyla karşılıklı ilişki içindedir ve diğerlerinden bağımsız olarak açıklanamaz.
Sosyolojik Toplum Teorisinin Temelleri
Saint-Simon, Comte ve Spencer
Toplum felsefesi düzeyinde kalmalarına rağmen daha bilimsel, sosyolojik toplum anlayışlarının temelleri Saint-Simon (1760-1825) ve Auguste Comte (1798-1857) tarafından farklı biçimlerde atılmıştır.
Saint-Simon
- Hem toplumsal düzeni hem de değişmeyi açıklamaya çalışan bu sosyologlar hem muhafazakar hem de yenilikçi toplum anlayışlarının sıkıntılı bir karışımını savunur.
Saint-Simon, toplumsal gerçekliği açıklayıcı unsurların bu gerçekliğin, yani toplumun (somut) oluşumunda bulunduğunu öne sürer.
- Toplumun iç dinamiklerinin önemini vurgular ve bir toplumdaki yapıların, kurumların ve inançların tarihsel süreç içerisinde sürekli dönüşüm halinde olduğunu öne sürer.
- Bu sebeple sosyolojinin, onun deyimiyle -sosyal fizyolojisinin, temel görevi, toplumu hareket ve dönüşüm halinde incelemektir.
- Toplumların evrimine yön veren güçlerin toplumsal gruplar ya da sosyal sınıflar arasındaki çatışmalar olduğunu düşünür.
Auguste Comte
Toplumların evriminin aslında özellikle insanlığın dünyaya bakış açısının, zihniyetin bir evrimi olduğunu düşünür ve toplumun statik ve dinamik yanları olduğunu ifade eder.
- Bütün toplumların ortak bir evrim çizgisinden geçmeleri gerektiğini düşünen Comte, toplumun kendi doğal evrimi içinde daha iyiye gideceğini düşündüğü için devrimci değişmeler önermez.
- Sürece yardımcı olacak reformların gerekli olduğunu belirtir.
Saint-Simon toplumun bilimini -sosyal fizyoloji- olarak nitelerken Comte başlarda sosyoloji yerine -sosyal fizik- terimini kullanır.
Bu ve benzeri bütün pozitivist ve evrimci anlayışlarda Spencer’da da göreceğimiz gibi toplum doğayla özünde aynı yasalara tabi bir varlık, doğanın bir uzantısı ya da onun en gelişmiş düzeyi olarak görülür.
Modern Çağ ve Toplum
Modern Dönem Toplum Teorileri
Çağdaş sosyolojiye hakim olan daha makro ve yapısal toplum anlayışlarından (yapısal) işlevselcilik ve çatışma teorisi oldukça etkili olmuştur. Başlangıçta büyük ölçüde İngiliz antropologlar tarafından geliştirilen işlevselcilik, Amerikan sosyolojisinde Parsons’ın etkisinde ve önderliğinde yapısal-işlevselciliğe dönüşür.
Yapısalcılık:
Kökleri dilbilimde olan bir toplumsal ve kültürel analiz modeli olan yapısalcılık, en genel düzeyde -en ilkelinden en gelişmişine kadar insan hayatının her düzeyinde işlerlikte olan evrensel ve değişmez insanlık yasalarını, arama girişimi olarak tanımlanabilir.
Durkheim’ın totem ve göstergeler analizini dilbilime uyarlamaya çalışan, onun bir bilimin araştırma-nesnesinin nesnel olarak gözlenebilen somut oluşumlara dayanması gerektiği görüşünden hareket eden Ferdinand de Saussure’ın dil ve söz ayrımından etkilenen yapısalcılık toplumun bir dil yapılandığını kabul eder.
Saussure “konuşma’nın öznel, konuşmayı mümkün kılan bir kurallar sistemi olan dilin, nesnel olduğunu, bir sistem ya da yapı olarak dilin artzamanlı, yani tarihsel değil, eşzamanlı, yani belirli bir zamanda karşılıklı ilişkileri içinde kavranabileceğini öne sürer.
- Fransız yapısalcılığının en önemli temsilcilerinden biri Claude Levi-Strauss’tur. (1908-2009) Bütün insan toplumlarında insan zihninin biyolojik ve kimyasal doğası gereği aynı ilkeler temelinde işlediğini öne süren Levi-Strauss -ilkel ve gelişmiş- toplumlar arasındaki farkın sadece zihnin içinde işlediği koşullardan kaynaklandığını, bu yüzden bütün toplumların insanların ikili karşıtlıklar temelinde kurdukları ilişkiler çerçevesinde yapılandığını öne sürer.
- Levi-Strauss, Durkheim aksine zihnin toplumsal üzerindeki önceliğini vurgular.
Ona göre, yapı-toplum sistematik özelliklere sahiptir. Yani hiçbiri bütün diğerleri etkilemeden değişmeyecek bazı unsurlardan oluşur. Bu unsurlar, örneğin akrabalık, ekonomi, siyaset, mit vb. arasındaki ilişkiler bir diğerine dönüştürebilir. Başka bir anlamda, toplumsal hayatın bu farklı düzlemleri arasında eşbiçimlilikler vardır.
- Unsurlar arasındaki ilişki empirik olarak belirlenebilir. Yani kişi unsurlardan biri değiştiğinde yapının nasıl tepki vereceğini öngörebilir. Bir yapının varlığı toplumsal hayatın bütün unsurlarının prensipte anlaşılabilir oldukları anlamına gelir.
Artzamanlı ve eşzamanlı analiz: Artzamanlı analiz bir yapının, toplumun ya da organizasyonun zaman içindeki tarihsel gelişimini araştırırken eşzamanlı analizde tarih içinde belirli bir zaman dilimindeki işleyişine, yani belirli bir düzen içinde nasıl işlediğine odaklanılır. Ve unsurları arasındaki karşılıklı ilişkilerin, deyim yerindeyse fotoğrafı çekilir.
Eşbiçimlilikler: belirli bir ortamda yer alan ve işlerlikte olan toplumlar, örgütler ya da kurumların yapıları ve işleyişleri arasındaki benzeşmeler ya da paralellikler.
İşlevselcilik:
Erken Dönem İşlevselcilik:
İşlevselci hareketin öncüleri genel toplumsal ihtiyaçlar, kavramını kullanmışlardır. Onlara göre sosyal sistemlerin sağlıklı olmaları ya da en azından varlıklarını sürdürebilmeleri için belirli ihtiyaçların karşılanması gerekir. Sosyoloğun görevi, bu ihtiyaçları belirlemek ve ihtiyaçlarının karşılanması için toplumu yönlendirmeye yardımcı olmaktır.
Toplumları bütünler olarak kavramanın önemli olduğunu belirten erken dönem işlevselcilere göre bir toplumsal unsurun anlamı onun söz konusu toplumda halihazırda kullanımda olan diğer unsurlarla ilişkisine ve bir bütün olarak topluma katkısına (yani işlevine) bağlıdır. Hem yeni bir topluma aktarılan kültürel ürünler içselleştirilir ve yeni bağlamın gereklerine uydurulur hem de toplumsal unsurların kökenlerine bakmak imkansızdır. Ayrıca bunu yapmak söz konusu unsurların günümüzdeki işlevsel mantığını göz ardı etmektir. Bu eşzamanlı ve bütüncü mantık sadece günümüzde işlerlikte olan tüm kültürü kapsamlı olarak anlamakla mümkün olur.
Erken dönem işlevselcilerden Malinowski toplumun psikolojik ve biyolojik özelliklere sahip bireylerden oluştuğunu kabul eder. Ancak Malinowski’ye göre toplumu ona psikolojik veya biyolojik mekanizmalara temel nedensellik yükleyerek açıklamak hata olacaktır. Ona göre, her toplumda üç tip temel ihtiyaç vardır.
- 1-Bireylerin hayatta kalabilmeleri için, karşılanması gereken beslenme ve doyum ihtiyacı gibi, temel biyolojik ihtiyaçları
- 2-İŞ birliği ve dayanışma ihtiyacı gibi, toplumsal ihtiyaçlar. Temel ihtiyaçların doyurulabilmesi için bu toplumsal ihtiyaçların karşılanması gerekir.
- 3-Toplumun bütünlüğüyle ilgili ihtiyaçlar.
Diğer erken dönem bir işlevselci Raddcliffe-Brown, toplumun indirgenemez bir karmaşıklığa sahip olduğunu, onun alt düzeyde işleyen mekanizmalarla ya da biyolojik mekanizmalarla değil, toplumsal mekanizmalarla açıklanabileceğini ve psikolojik olgular toplamı olarak görülemeyeceğini öne sürer. Raddcliffe-Brown’a göre, toplumun istikrarı bütünün -işlevsel birliğine yani farklı parçaların karşılıklı uyumuna bağlıdır.
Yapısal-İşlevselcilik
İşlevselciliğe -yapı- kavramını kazandıran Talcott Parsons (1902-1979) toplumu, Durkheim gibi kendi üyelerinin üstünde ve ötesinde kendine ait bir hayata ve yapıya sahip yaşayan bir varlık olarak görür. İşlevselci yazılarda toplum belirli bir çevrede varlığını sürdürebilmek için adapte olmaya ve evrimleşmeye, -dengesini- korumaya ve kendi bedeninin her parçasının düzgün şekilde işlerliğini sağlamaya çalışan bir organizmaya benzetilir.
Yapısal-işlevselcilik toplumsal olguların incelenmesinde toplumun hem yapısını hem de işlevlerini göz önünde bulundurur.
- Bir sistem modeli kullanılarak unsurların sistemin devamlılığına katkısının vurgulandığı işlevsel açıklamalarda toplum birbirleriyle ilişkili unsurların oluşturduğu bir sistem olarak tanımlanır. Sistem kendini oluşturan unsurlar ve bu unsurların aralarındaki ilişkileri içine alan bir bütündür. Sistemi oluşturan unsurlar, sistemin bütünlüğünden bağımsız olarak anlaşılamaz.
Sistemin herhangi bir kısmında görüşen değişme sistemde dengesizliğe neden olur ve bu dengesizlik de sistemin diğer kısımlarında değişmeye yol açar. Bu aşamada, değişim bir ölçüde bir bütün olarak sistemin yeniden organizasyonuyla sonuçlanır.
Sistemler hayatlarını devam ettirebilmek için, insan organizmasının hayatını sürdürebilmek için gıda ve oksijene muhtaç olması gibi çevresel kaynaklara ihtiyaç duyar. Yine bu sistemler hayatlarını sürdürebilmek için, alt-sistemlere, yani işlevleri özelleşmiş unsurların kompleks iç denetimine muhtaçtırlar. Bu şekilde örgütlenmiş bir sistem için işlevler sistemin çevreye uyumu ve kendi kendini denetimiyle ilgilidir.
- Bireyler ve toplumsal yapı, ya da sistem arasındaki bağlantıyı sağlayan ve toplumun gündelik hayattaki özünü oluşturan toplumsal rollerin gerçekleştirilmesiyle insanların özel ihtiyaç ve güdüleri toplumsal düzenlemeler sayesinde karşılanır.
Topluma kendine özgü karakterlerini kazandıran kültürel değerler ve normalar insanların yaşantılarına toplumsal roller sistemi aracılığıyla girerler.
Erken dönem işlevselciler gibi toplumları canlı organizmalara benzeten Parsons’a göre de besin ve su gibi belirli gerekler karşılanmadığı ve bunları enerjiye dönüştürecek-sindirim işlemi gibi bazı mekanizmalar olmadığında, organizmanın sonunda ölmesi gibi sosyal sistemlerin de iyi ve sürekli bir işleyiş içinde kalmak için karşılamaları gereken ihtiyaçları vardır.
Parsons bir sistemin, hangi düzeyde olursa olsun, varlığını sürdürebilmesi için, dört temel ihtiyacı karşılaması gerektiği düşüncesini, ilgili sözcüklerin İngilizce baş harflerinden oluşturduğu -AGIL şemasıyla açıklar.
- A=Adaptasyon
- G=Amaca ulaşma
- I=Bütünleşme, L=Varlığını Sürdürme biçiminde sıralanır.
Adaptasyon:
Her toplum kendi üyelerinin gıda, giyim ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bu nedenle kendi kaynaklarını üretmek, dağıtımlarını yapmak ve dış çevreye uyum sağlamak için ekonomik metalar ve zenginliklerin üretimiyle ilgilidir. Adaptasyon’u karşılayan kesim, ekonomi ve ekonomiyi güdüleyen kaynak paradır.
Amaca ulaşma :
Her toplum kendi amaçlarını oluşturmak, kararlar vermek ve organizasyonlar yapmak zorundadır ve bu yüzden bir siyasal sisteme ihtiyaç duyar. Örneğin siyasal kesim, faaliyetleri gücün meşru kullanımıyla koordine ederek hedeflere ulaşmaya çalışır.
Bütünleşme:
Her toplum bir aidiyet, topluluk-cemaat duygusu ve ortak bir kimlik yaratmak zorundadır. Bir toplum, toplumsal bölünmeler ve çatışmaları engellemek zorundadır. Aksi takdirde çözülmeye uğrayacaktır. Bu nedenle yerleşik davranış kuralları-din-, iletişim( medya) ve sosyal kontrole (hukuk, mahkemeler, polis ve hapishaneler) ihtiyaç duyar.
Varlığını Sürdürme biçiminde sıralanır:
Diğer bütün türler gibi her toplum bizzat varlığını sürdürmeye çalışır. Kendi kurallarını, adetleri ve kültürünü kuşaktan kuşağa aktarmaya çalışır. Bu örüntü-kalıp devamlılığı, esas olarak akrabalık sistemine, çocuğuna sosyalleştiren aileye bağlıdır.
- Bu süreç okul, medya, din ve hukuk gibi diğer toplumsal kurumlarla pekiştirilir.
Alt sistemler: Genel bir sistemin içinde yer alan, genele bağlı olmasına rağmen hem genelden hem de diğer parçalardan belirli ölçüde özerke bir işleyiş ve düzene sahip olan sistemler.
Bir Organizma Olarak Toplum: Spencer
Charles Darwin’in düşüncesini sosyal bilimlere, toplum alanına uyarlamaya çalışan Herbert Spencer (1820-1903) organizmacı toplum anlayışlarının örnek temsilcisi olarak görülebilir. Spencer, Sosyal Darwinist bir bakış açısıyla toplumların tıpkı doğa gibi doğal ayıklanma, hayatta kalma ve adaptasyon süreciyle ilişkili belirli -temel yasalar’a göre geliştiklerini öne sürer.
- Spencer, biyolojik organizmalar gibi toplumların da basit yapılardan karmaşık yapılara doğru geliştiklerini belirtir. O, toplumların bir içsel farklılaşma ve bütünleşme süreciyle çevrelerine uyum sağladıklarını ve homojenlikten heterojenliğe doğru ilerlediklerini ifade eder.
Farklı bir ifadeyle insan topluluklarının, sade ve homojen ilkel kabile gruplarından, gelişmiş ve farklılaşmış modern sosyal sitemlere doğru evrimleştiklerini düşünür. Darwin gibi Spencer da toplumu, çoğu açıdan organizmaya benzetir. Aynı zamanda Comte gibi, toplumsal düzenin merkezini temel bir uzlaşı, temel değerler ve ahlak konusunda doğal bir uzlaşmanın oluşturduğuna inanır.
Spencer bu görüşleri;
- Doğal ayıklanmada da kendi deyimiyle -en uygunun hayatta kalması
- Her sosyal sistemin doğasına içkin istikrarsızlık fikirleri etrafında bir toplumsal evrim teorisi içinde harmanlar.
Spencer’a göre toplumsal düzen ve istikrar, tıpkı doğadaki gibi doğal bir denge gerektirir. Toplumsal değişme bu denge halinin, toplumsal yapının çeşitli parçaları arasındaki ya da toplumla çevresi arasındaki dengenin bozulmasından kaynaklanır. Bir istikrar döneminin ardından yeni bir toplumsal düzen, yeni bir denge, yeni ahlaki konsensüs ortaya çıkar. Giderek farklılaşan toplumsal parçalar arasında yeni bir ilişki oluşur.
Böylelikle, doğadaki türler gibi insan toplulukları da yalın kabile birimlerinden günümüzün karmaşık yapılarına doğru evrimleşirler. Uyum sağlayamayanlar, uygun olmayanlar daha gelişmiş ve saldırgan toplulukların rekabeti karşısında yavaş yavaş ortadan kaybolurlar. Bu toplumsal orman yasası sayesinde sadece en uygun toplumlar hayatta kalır ve insan toplumları bu toplumsal evrim yasası sayesinde ilerlemişlerdir.
Herbert Spencer:
Evrendeki bütün varlıkların hareketleri, varlıklarını sürdürmeleri, değişmeleri ve ortadan kalkmalarını belirleyen bir -genel evrim teorisi- geliştirmeye çalışan Spencer, toplumsal evrimin temel dinamiği olarak özellikle nüfus gelişiminin yarattığı baskıları görür. Evrendeki tüm sistemlerin denge, dengelenme ihtiyacı içinde olduğunu düşünen Spencer’a göre, genel evrim yasaları bulunduğunda insanlar onlara itaat etmeli ve siyasal yasalar aracılığıyla bu yasalara aykırı toplumsal formları oluşturmaktan vazgeçmelidir.
Adam Simith ve Hegel gibi piyasa ilkelerine dayalı liberal kapitalist bir toplum anlayışını savunan Spencer’a göre hiçbir şey, hatta hükümetler bile toplumun doğal işleyişine müdahale etmemeli, zayıfları koruyarak toplumun doğal ilkesi olan doğal ayıklanma yasasına ters düşmemelidir.
Doğal ayıklanma nedir?
Belirli bir ortam ya da çevrede yaşayan canlı türleri arasında mevcut sınırlı kaynaklar etrafında bir hayatta kalma mücadelesi olduğu, ortama ya da ortamdaki değişikliklere uyum sağlayamayan, mevcut ya da değişen koşullara ayak uyduramayan bireyler ya da türlerin zamanla ayıklanacakları, koşullara adapte olanların yeni özellikler geliştirerek ve evrimleşerek varlıklarını sürdürecekleri tezidir.
En uygunun hayatta kalması teorisi nedir?
Doğal ortam ve koşullara en uygun olan ya da uyum ( adaptasyon) sağlayabilen bireyler ya da türlerin hayatta kalabilecekleri, bu sayede bunu sağlayamayanlardan birçok bakımdan üstün oldukları düşüncesi.
Temel konsensüs nedir?
Toplumun üyelerinin temel değerler ve kurallar konusunda fikir birliği içinde olmalarıdır.
İçkin istikrarsızlık nedir?
Toplumun ya da organizmanın doğasının ya da içyapısının özelliklerinin kendiliğinden bir dengesizlik, kararsızlık düzensizlik yaratma eğilimidir.
Toplumsal orman yasası nedir?
Vahşi doğada olduğu gibi bir anlamda toplumda güçlü olanların hayatta kaldıkları ve egemen oldukları, zayıf olanların ortadan kalktıkları ya da güçlünün egemenliği altına girmek zorunda oldukları düşüncesidir.
Toplumsal evrim yasası nedir?
Toplumların canlı ve cansız bütün varlıkları bağlayan zorunlu evrim yasalarının yanı sıra, evrende ve doğadaki diğer varlıklardan farklı ortak evrim yasaları olduğu fikridir.
Genel evrim teorisi nedir?
Evrendeki bütün canlı ve cansız varlıkların aynı evrim ilkeleri ya da yasalarına bağlı oldukları görüşüdür.
Toplum görüşlerine dair, güçlünün ayakta kaldığı ya da kalacağı, şeklinde empoze edilen düşünceler, aslında bir nevi zayıf tanımlamasına ortam hazırladığı gibi zayıf nitelemesi ile de güçlünün ezici güç oluşturmasını da -olumlu- hale taşıdığı görülür. Zayıf tanımlaması da bir nevi psikolojik yansıtma ile kişilerin yaşamlarını etkilemektedir. Ayrıca doğru bir tanımlama olmadığı gibi toplumsal yapıda da güç anlayışını desteklemek amacı gütmektedir. aynı şekilde güç- güçlü tanımlaması da özünden oldukça çarpık bir yansıtma kavramına indirgenmiştir.